Yanacağız biliyorsun değil mi? dedi adam…
Biliyorum! dedi kadın…
Seni kaybedemem dedi adam…
Kadın inandı,
çok aşık olduğuna adamın. O zaten çok aşıktı.
Hisleri ikisini de yanıltıyor olamazdı, birbirlerine ait parçalar vardı gözlerinde…
Yorgunlukları, düşmeleri, acıları, eksik yanları, açıkları ile ruh yarısıydı onlar birbirlerinin.
Rüyalarda çok sık buluştular, hiç konuşmadan hissettiler…
Sarıldıklarında fark ettiler…
Birbirlerinin son durağı olduklarını biliyorlardı.
Ama ne olduysa kapıyı açtı adam, çıkmasını bekledi kadının…
Kadın bunu hissettikten sonra ölse kalmazdı zaten orada…
Suçlu yoktu bu hikâyede. Yanlış zamandı belki.
Suçlamaya kıyamama, hissi çok baskındı.
Kaybetmeyi hiç göze alamadılar birbirlerini. Yıpranmadan bitsin istediler. Hayatlarının bir köşesinde durmaları gerekiyordu çünkü. Korktular mı acaba!? Özgürlükleri gider aşk’a teslim olurlar diye mi korktular?
Cesurlardı başlarken, dünyaya kafa tutacak kadar cesurlardı… Başka birisi kafalarını mı karıştırmıştı… Her ihtimal vardı ama aşık olmama ve bunun bir oyun olma ihtimali yoktu.
Efsane olabilirlerdi ama bi’şey oldu işte…
Yandılar ama ayrı ayrı…
Yıllardır aradığını bulan adam, o kapıyı neden açık bırakmıştı……
Tamamlandım diyen kadın, niye direnmeden çıkıp gitmişti……
Kısa film gibiydi her şey.
Hızlandırılmış film.
Tadı kaldı.
İzi kaldı.
Burukluğu kaldı.
Yarım tebessümü kaldı.
Uzakta olsa varlıklarına şükretmek kaldı.
Özlemi kaldı.
Belki yeniden cesaret ederlerdi.
Belki de kavuşmaları mahşere kaldı.