20 Eylül 1946 yılında başlamış serüven…
Birbirlerine âşık olup, çok küçük yaşta evlenen çiftin ilk çocukları doğmuş. Fakat biraz erken doğmuş. Yedi aylık, çok ama çok minik bir bebek ve 16 yaşında eşi askerde bir anne… Hakiki zeytinyağı ile pamuklara sarıp sarmalanarak büyük bir özenle büyütülmüş, zaman zaman yaşayacağından dahi ümit kesilmiş… Anne ve babaanne ilgisi ile nihayet her şey yoluna girmiş. Pamuklara sarma konusunu zaman zaman abartmış, erkek çocuklarının kafasına fiyonklu toka takmaktan elbise giydirmekten hiç rahatsızlık duymamışlar. Öyle bir çocukluk dönemi ki dolu dolu…
Ayakkabı ustası, teknoloji meraklısı, zamanın ötesinde algıda bir baba, on parmağında on marifet bir babaanne, tek ayağının üzerinde kırk iş yapan anne, dünya üzerindeki en sakin ve az konuşan dede.
Bir tiyatro ortamında geçen günler… Evden hiç eksik olmayan misafirler… Gelen misafirleri ut, kanun çalarak hikayeler anlatarak ağırlayan babaanne… Babaannenin tüm marifetlerine enerjisine rağmen, tüm gün sadece kahve içip gazete okuyan şahsına münhasır dede… Bu müthiş ortama eklenen ikinci çocuk ile aile daha da büyümüş. Bir kız kardeş gelmiş. Fiyonklar ve elbiseler artık doğru adresteymiş. Yıllar geçmiş babaannenin hamam sefalarına eşlik eden erkek torununun yerini artık kız torununun alma vakti gelmiş. Çünkü 12 yaşındaki erkek torununu hamama sokmaya kalkışınca “babasını da getirseydin” deyivermiş, hamam sahibi.
Dedem devreye girip hiç ihtiyaçları olmadığı halde babamı her yaz bir yerde çalışması için işe göndermiş. Saray Muhallebicisinde çalışırken yenilen çilekli pastalar sonucu tombul bir çocuk oluvermiş. Ev hep kalabalık ut ve kanun sesleri, fasıllar, bilmeceler, hikayeler… Babaanne öyle hoş sohbet, dolu biriymiş ki sırf onun anlatacaklarını dinlemek için gelenler olurmuş. Dikiş konusundaki pratikliği sayesinde iki torunu, temiz giysileri kalmasa bile şipşak diktiği giysiler ile dışarı çıkmak için hep hazır olurlarmış. Kardan yaptığı dondurmasını da tatmayan kalmamış. Üzerine pekmez dökerek sunarmış ev halkına ve misafirlerine. Anneanne de çetin ceviz minicik fakat dev bir kadınmış. Babamın etrafı güçlü kadınlar ve çalışkan yetenekli bir baba ile sarmalanmış. Öyle yoğurulmuş hamuru. Bunun yansıması ilerideki eşine duyacağı sevgi ve saygı da büyük etken olacakmış. O dönemlerden aklına koyduğu bir meslek varmış. Okumayı ve yazmayı hep çok sevmiş. Liseyi Atatürk Erkek Lisesinde okuduktan sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İlk Çağ Tarihi bölümünü kazanmış. Okulda öğretilen dil Arkaik Çağ Yunancasıymış. Konuşacak kimseyi bulamadıkları için Arkeoloji Müzesindeki lahitleri okuyup çeviri yaparlarmış. Yapacağı meslek ile okuduğu bölüm pek uyuşmasa da zaman kaybı olarak hiç görmemiş üniversite dönemini. Küçük yaştan itibaren istediği gazeteciliğe, üniversitede okurken Son Havadis gazetesinde başlamış. Hem okuyup hem çalışmanın etkisiyle üniversite mezuniyeti epey uzun sürmüş. Öyle ki bitirme tezini nişanlısı yani annem ile götürmüşler üniversiteye. Evlilik, ilk çocuk, araya giren üç aylık kısa dönem askerlik… Mesleğinde hızla ilerlemeye başlamış artık. Günaydın, Tan, Politika, Hürriyet gazetelerinde spor yazarı ve köşe yazarı olarak uzun süreler emek vermiş.
Babıali Yokuşu’ndan Türkiye Gazeteciler Cemiyeti ve Çemberli taştaki Basın Müzesi’ne kadar olan anıları ve çok daha fazlası… Meslek hayatına sığdırdığı büyük bir gururla sakladığı ödülleri…
Yoğun iş temposuna rağmen ihmal etmediği ailesi ve oğlundan on bir sene sonra dünyaya gelen ikinci çocuğu. Çocuklarının yanında eşine olan sevgisini, güzelliğini sürekli dile getiren bir baba olmuş hep.
Bir gün dur durak bilmeyen iş hayatının ona artık dur deme vakti gelmiş. Hürriyet gazetesinde çalıştığı dönem bir öğle yemeği vaktinde aniden yükselen tansiyon ile beyin kanaması geçirmiş. Fakat her şeye rağmen şans ondan yanaymış, müthiş bir doktor olan Cengiz Kuday sayesinde 20 gün süren yaşam mücadelesi iyi bir sonuç vermiş. 3 ay evde tedavi sonrası yeniden çalışmaya başlamış. Meslek gece gündüz tempo gerektirdiği için çok uzun yıllar devam ettiremeden ikinci bir tansiyon problemi ile başka bir hastalık çıkmış. Beyinciğe kaçan pıhtı, işte buradan sonraki yaşamını epey etkileyecekmiş.
Bitmek bilmeyen ataklar, denge konuşma bozuklukları dozları sürekli ayarlanan ilaçlar kalan ömrü maalesef böyle geçecekmiş artık. Bonus olarak çıkan kolon kanseri de tüm aileye şok etkisi yapmış. Zamanla düzelen konuşma bozukluğu ve bastonla da olsa yürüyebilmek, kanseri çok başında yakalamış ve temizlenmiş olmak şükür sebebi olmuş hep.
Direne direne gelmiş bugüne kadar. 18 yıldır verdiği mücadele çok yorulması sonucu onu artık 2 yıldır yatağa bağlı bırakmış. Ona gözü gibi bakan bir eşi olduğu için şükretmiş bu seferde. Yaşanan güzel günler, ilgi, karşılıklı saygı ve sevgi, eşinin gönlünü hep hoş etme çabasında olan bir adam, birlikte emek verilip büyütülen iki çocuk, kahvaltıda akşam yemeğinde uzun süren masa sohbetleri… Tüm bunlar, hiç şikayetsiz seve seve bakmaya değer, dedirtmiş kadına…
Hikâyenin sonunu kendi hikayesini okuyan babamın cümleleri ile bitirmek istiyorum;
“Ben çok güzel bir çocukluk ve gençlik geçirdim. Yaşamım dolu ve yoğundu. Hayattaki en büyük şansım önce kendi ailem sonra eşim ve birlikte büyüttüğümüz ailemiz. Çok özlediğim oğlum, güzel karım, aslan kızım, beni hayata bağlayan torunum… Her şeye rağmen teşekkürler hayat.”